Japonca da “elini, ayağını çekmek” anlamına gelen Hikikomori, günümüzde gençler arasında yaygınlaşarak özellikle teknolojiyi yoğun kullanan gelişmiş ülkelerde tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır. Bu tehlike, teknolojik gelişmeleri yakından takip eden ülkemiz için de geçerlidir.
Teknolojinin yarattığı bir hastalık olarak görülen Hikikomori, kişinin bilgisayar ekranı ile sanal alemde iletişim bağımlılığı geliştirip kendini sosyal çevreye kapatmasıdır. Bu bağımlı iletişim öyle bir hale geliyor ki kişi yaşamdaki tüm sorumluluklarını askıya almaya, ertelemeye, aksatmaya hatta temel fizyolojik ihtiyaçlarını bile bilgisayar karşısında karşılama başlıyor. İlk başlarda birçok ihtiyacı karşılar gibi görünen ve keyif veren insan doğasına aykırı olan bu yaşam biçimi zamanla karamsarlık, mutsuzluk, yaşamdan tat almama gibi depresif bir ruh halinin gelişmesine neden oluyor. Son zamanlarda bu sorunlarla başvuran genç danışanlarım oldukça çoğaldı. Bu danışanlarımın çoğunluğu okula gitmekten geri kalmalarına, eğitimlerini askıya alıp, sosyal yaşamlarını yok denecek boyuta çekmelerine rağmen yaşamlarında bir sorun görmemekte ailelerinin ısrarıyla gelmektedirler.
Msn, Facebook, Forum ve oyun bağımlısı genç danışanlarım, bunları sevdikleri, sorunlarını unutturduğu, mutsuzluklarını giderdiği ve keyif aldıkları için kullandıklarını söyleselerde gerçek neden sosyal uyumsuzluk, başarısızlık ve onaylanmama kaygısıdır.
Sosyal fobi ve antisosyallik gibi bir sosyal bozukluk olan Hikikomorinin gençler arasında benimsenmesi ve yaygınlaşması diğer iki bozukluğa göre çok daha hızlı gelişirken, bu bağımlılıktan kurtulmak daha güçtür. Çünkü sosyal uyumsuzluk yaşayan bireyler için insani temel iletişim ihtiyacını karşılamak, sosyal yaşamda karşılanamayan başarı duygusunu yaşamak, yetersizliklerini ve olumsuz özelliklerini gizlemek gerçek dünyaya göre sanal alemde daha kolay ve güvenli görülmektedir. Kolay ve güvenli görülen sanal alemde temel ihtiyaçları tatmin etmek zamanla bir bağımlıllığa dönüşmektedir.
Hikikomori, büyük oranda erkeklerde ve 15 yaş civarında görülüyor. 13-14 yaşlarında ön ergenlik dönemindeki erkek çocuklar, aileleri tarafından odalarında ders çalışıyor ya da dışarda gözden uzak olacağına evde olup oyun oynasın, daha güvenli diye düşünülürken zamanla bağımlılığa dönüşüyor. Bu gençler, sanal dünyanın rahatlığına alışıyorlar. Bilgisayarın başında kendi krallığını kuruyor, her şeyi kendi istediği biçimde kurgulayıp, yönetebiliyor ve kimse onlara karşı çıkmıyor. Kendini hayal ettiği biçimde, ideal kimliği ile tanıtıp, buna uygun eleştirisiz, onaylanan tepkilerle egosunu parlatabiliyor.
Bu sorunu anlayabilmek ve çözümler üretebilmek için öncelikle sorunun oluşmasının altında yatan nedenlere bakmamız gerekir.
Her birey, yalnız doğar ve yalnız gider ancak doğumla, ölüm arasındaki yaşam sürecinde varlığımız diğerleriyle gerçekleşir. Bebek doğduğunda farkına vardığı ilk şey kendisi değil, diğerleridir. Çünkü gözler dışarıyı görür, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını dinler, dil yiyeceklerin tadını alır ve burun dışarıyı koklar. Tüm duyumlar dışarıya açılır. Doğmak dışarının dünyasına gelmektir. Çocuk gözlerini açar ve diğerlerini görür, sonra yavaş yavaş kendi varlığının farkına varır. Diğerlerinin yansıtmasıyla kendini farkeder, diğerlerinin düşünceleri, görüşleri ve tutumlarıyla çocuğun egosu oluşur. Eğer diğerlerinden sevgi, şevkat, takdir, onay görürse kendinin değerli ve önemli olduğunu hisseder. Tam tersi sevgi, ilgi, onay görmediğinde ise rededilmiş, değersiz, önemsiz, yaralı bir ego oluşur.
Sağlıklı bir egoya sahip olmayan bireyler, insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan kendinden daha büyük bir bütüne ait olma ihtiyacını karşılmakta zorlanırlar. Bu bireyler, yaralı egolarını daha da yaralayacak durumlardan kaçınma eğilimiyle diğerlerinden uzak kalmaya çalışırlar. Utanç verici bir duruma düşme, eleştirilme, reddedilme, beğenilmeme, onaylanmama, alay edilme, rezil olma, olumsuz değerlendirilme gibi korkular geliştirirler. Zamanla içe çekilme ve sosyal izolasyon yaşamlarının geneline yayılır.
Oysa ilişki kurmak, ilişki içinde bulunmak hayatın özüdür. Birey ancak ilişki içinde oldukça, başkaları tarafından kabul gördükçe varolduğunu hisseder. Varolabilmek için de sürekli diğerlerinin kendi varlığını önemsemeleri, ilgi ve onaylamaları için çaba harcar.
Diğerleri tarafından onaylanmayacağı, hata yapacağı, eleştirileceği, küçük düşeceği, beğenilmeyeceği, reddedileceği gibi kaygı ve korkulara sahip birey, gerçek sosyal çevrede varolamayacağı için bunu sanal alemde gerçekleştirerek varolacaktır.
Aileler, öncelikle çocuklarını önemli ve değerli bir varlık olduklarını hissettirecek biçimde büyütmeli, onları sanal alem bağımlılığından uzak tutabilmek için onların kendilerini gerçekten var hissedebildikleri gerçek iletişim ortamları oluşturmalıdırlar.
Nihal ARAPTARLI
Uzman Psikolog, Terapist